22 Kasım 2010 Pazartesi

Rüzgarın Gölgesi - Carlos Ruiz Zafon

 Daniel, annesini küçük yaşta kaybetmiş, mütevazi bir kitabevinin sahibi olan babası ile yaşayan bir çocuktur. Annesine dair tek anısı sadece onu kaybettiği gün aralıksız yağan yağmurdan ibarettir. Yüzünü dahi anımsayamamaktadır. 10 yaşında iken babası onu “Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı” ismi verilen kütüphane ile tanıştırır. Burayı ilk kez gören birinin yaşamakta olduğu ayrıcalık sayesinde bir kitap seçer. Bu kitap Julian Carax isimli yazarın “Rüzgarın Gölgesi” isimli kitabıdır. Daniel, kitabın ilk birkaç satırını okumak amacıyla kapağını açtığında aslında tüm hayatını yönlendirecek bir olaylar zincirini –farkında olmadan- başlatmış olur. Sabahın ilk ışıklarına kadar kitabı okumayı sürdürür. Kitap Daniel’i adeta büyülemiştir. Bu büyünün de etkisiyle yazarın hayatını araştırmaya karar verir. Ancak ilk aşamada yazarla ilgili ulaşabildiği tek bilgi yazarın başarısız bir yazarlık dönemi geçirdikten sonra ortadan kaybolduğu ve kitaplarının bir koleksiyoner tarafından tek tek bulunarak yakıldığı yönündedir. Daniel’in elindeki kitap yazara ait sağlam kalabilen tek kitaptır. Daniel araştırmaya devam ettikçe geçmişe ait birçok isim ve tesadüf karşısına çıkar. Kitabı araştırırken aynı zamanda hem kitabı hem de kendini koruma zorunluluğu ile karşı karşıya kalır. Çünkü geçmiş gizemlerle doludur ve bu gizemlerin açığa çıkması kimseyi memnun etmeyecektir. Daniel, ilk aşkının acısını yaşadığı günlerde tanıştığı bir sokak serserisi olan Fermin Romero de Torres’in de yardımıyla önce hikayeye ait parçaları bulur ve sonra tek tek yerleştirerek tüm hikayeyi ortaya çıkarır. Kitap hem Daniel’in hem de Julian Carax’ın ilk aşklarını, acılarını, dostluklarını, heyecanlarını, hayal kırıklıklarını anlatırken aynı zamanda ince detaylar ve tesadüflerle bu iki insanın yolunun kesişmesini de sağlıyor. Kurgu ve detaylar gerçekten çok başarılı. Daha fazla detay için kitabı okumanızı tavsiye ediyorum... Ancak Daniel’in kitapların gizemli dünyası ile ilk tanışmasını anlatan paragraf çok etkileyici olduğu için buradan paylaşmak istedim. "Burası gizemli bir yer Daniel, bir mabet. Burada gördüğün her kitabın, her cildin bir ruhu var. Onu yazanın, okuyanların, onunla yaşayıp onu düşleyenlerin ruhu. Bir kitap sürekli el değiştirir, birileri gözleriyle sayfalarını tarar, kitabın ruhu gelişir ve güçlenir. Uzun yıllar önce, babam beni buraya ilk kez getirdiğinde burası yine eski bir yerdi. Belki de şehrin kendisi kadar eski. Buranın ne kadar zamandır var olduğunu ve kim tarafından kurulduğunu kimse tam olarak bilmiyor. Bu yüzden sana babamın anlattıklarını anlatacağım. Bir kütüphane yok olduğu ya da bir kitabevi kapandığında unutulmaya terk edilen bir kitap olursa, burayı bilen bizler, yani buranın bekçileri o kitabın buraya getirilmesinden sorumluyuz. Zamanın içinde kaybolmuş, uzun süre kimselerin anımsamadığı kitaplar burada yeni bir okurun elleriyle buluşacağı günü bekleyerek sonsuza dek yaşar. Biz onları dükkanlarda alıp satsak da, gerçekte kitapların sahibi yoktur. Burada gördüğün her kitap bir zamanlar birilerinin en iyi dostuymuş. Şimdi yalnızca biz varız, Daniel. Böylesi bir sırrı saklayabileceğini düşünüyor musun ? Geleneğe göre, burayı ilk kez ziyaret eden kişinin istediği herhangi bir kitabı seçip sahiplenmesi, yok olmasına asla izin vermemesi gerekiyor; böylelikle o kitap her zaman yaşayacak. Bu çok önemli bir sorumluluk. Bir ömür boyu. Bugün sıra sende.” Rüzgarın Gölgesi, basıldığı ülke olan İspanya’da uzun süre liste başı olan ve İngiltere’de yabancı dilden çevrilen kitaplar arasında en çok satanlar içinde yer alan bir kitap. Ancak maalesef ülkemizde pek duyulmamış ve yalnızca 3 basım yapabilmiş durumda. Ülkemize Altın Kitaplar tarafından yayınlanan kapak tasarımı çok başarılı. Hatta kitabın içerisinde kapak resminin olduğu bir kitap ayracı çıkınca çok mutlu oldum. Yanılmıyorsam İspanya’da çıkan tasarımı ile aynı. Ancak google ile yaptığım görsel araştırmasında bulduğum kapaklar da çok hoşuma gittiği için sizinle paylaşıyorum. Kitabın içeriğine çok uygun tasarımlar olmuş. 

21 Kasım 2010 Pazar

Doğu Ekspresinde Cinayet - Agatha Christie

Suriye'de bir davayı çözen Poirot, Londra'ya dönmeden önce birkaç gün İstanbul'da dinlenmek ister. Ancak İstanbul'a geldiği gün otelde aldığı bir telgraf nedeniyle acilen dönmek zorunda kalır ve İstanbul'dan Londra'ya gidecek olan Doğu Ekspresinde yerini alır. Kış olmasına rağmen trenin yataklı birinci sınıf vagonu tamamen doludur ve bu durum dedektifin dikkatini çeker. Yolculuk başladığında Suriye'den dönerken trende gördüğü birkaç kişinin de Doğu Ekspresinde olduğunu görür. Ayrıca trende neredeyse her millletten yolcu olduğunu da fark eder. Yolculuğun ikinci gecesinde tren Yugoslavya yakınlarında şiddetli kar yağışı nedeniyle durmak zorunda kalır. Ertesi sabah ise yolculardan birinin ortalıkta olmadığı görülür ve kısa süre sonra yolcunun bir cinayete kurban gittiği anlaşılır. Yolcu, bir gün önce Poirot'tan kendisini korumasını isteyen ve düşmanları tarafından tehdit edildiğini söyleyen Ratchett'tir. Hercule Poirot, tüm yolcularla tek tek konuşur. Pasaportları, ipuçlarını özenle inceler ve finalde olay için iki farklı senaryo oluşturur. Senaryoları açıklarken yolcuların yüzüne bakmak aslında hangi senaryonun doğru olduğunu anlamak için yeterli olacaktır. Kitabın aynı isimle yapılmış uyarlaması da genel olarak bakıldığında başarılı. Neredeyse tek mekan kullanılan bir film olmasına rağmen konu itibariyle sıkılmadan, heyecanla izlenebilecek bir film. Yönetmenliğini 12 Angry Men ve Dog Day Afternoon filmlerinden de tanıdığımız Sidney Lumet yapmış. Başrollerde ise Albert Finney, Ingrid Bergman, Lauren Bacall, Anthony Perkins ve Sean Connery gibi ünlü oyuncular yer almakta. Hatta çok kısa da olsa tüm babacanlığı ile Nubar Terziyan da görünmekte. Ancak detayları incelediğimizde eksik ya da yanlış noktalar bulmak mümkün. Özellikle gar sahnesinde İstanbul’dan ziyade herhangi bir Arap ülkesindeymiş hissine kapılmamak zor. Satıcıların yolculara neredeyse yapıştığı sahneler sabrınızı zorlayabilir. Her kitaptan uyarlanan filmde olduğu gibi bu filmde de kitaba bağlı kalınmayan ya da atlanılan noktalar mevcut. Bunun yanı sıra karakterleri kitap okurken gözünüzde canlandırdığınız ciddiyette göremeyebilirsiniz. Kitaba oranla daha karikatürize gibi görünüyorlar. Ancak bu detaylar filmi izlemeye engel olacak türde olumsuzluklar değil. Başarılı bir polisiye romanının 1970’li yıllardaki yorumunu görmek bile izlemek için yeterli bir sebeptir bence. 

Once

Gündüzleri babasına yardım etmek için kendilerine ait dükkanda elektrikli süpürge tamir edip akşamları ise sadece kendisi için çarşıda gitar çalıp şarkı söyleyen bir adamla, geçmiş yaşantısını ve evliliğini arkasında bırakmak için Dublin'e gelmiş, piyano çalmayı seven, çiçek satan bir kızın yollarını kesiştiren samimi bir öykü. Erkek gitar çalarken kız şarkıyı dinlemeye başlar ve tanışırlar. Film boyunca bu ikilinin dostluklarını, sevgilerini, kararsızlıklarını, gündelik yaşantılarını izleriz. Ancak fonda hep bir şarkı vardır. Sanki hiç bitmeyen bir klip izliyor gibi hissederiz. Bildiğiniz tüm romantik film klişelerini kenara bırakın, bu film hepimizin hayatından bir bölüm gibi. Çok gerçek ve samimi. Ayrıca film müzikleri harika. ( bkz: falling slowly ve if you want me )