31 Aralık 2010 Cuma

Günaydın Hüzün - Françoise Sagan

Uzun zaman önce izlediğim bir filmden çok etkilenmiştim, Bonjour Tristesse. Filmin kendisi kadar etkili bir ismi vardı. Sonradan öğrendim kitaptan uyarlama olduğunu. Zaten filme uyarlanan kitapları okumak benim için büyük bir merak ve keyifken bu kitabı bulmak gerekiyordu. Ama bulamadım. Aradan kim bilir kaç yıl geçti, bir gün Sinem'le laflarken konu Sagan'a geldi. Yazarın hayatı ile ilgili bir film izlediğinden bahsediyordu. Aynı yazara ait bir kitabın uyarlaması olan Bonjour Tristesse'yi izlediğimi ve kitabını bulamadığımı anlattım. Aradan belki bir hafta geçmedi, bir paket aldım. Paketi açtığımda hissettiklerimi anlatmam imkansız. Sinem, bir sahafta o kitabı ve yazara ait başka bir kitabı bulmuş ve hediye etmişti. Bunun üzerine kitabı hemen okumak şart oldu bana.

Kitabımızın anlatıcısı Cecile, babası ile birlikte Paris’te yaşayan 17 yaşında bir genç kız. Babası (Raymond) ile tıpkı iki arkadaş gibi bir yakınlıkları vardır. Raymond hızlı yaşamayı seven biri. Neredeyse çamaşır değiştirir gibi sevgili değiştirmekte. 40 yaşlarında olmasına rağmen genellikle kendinden yaşça küçük ama güzel kadınlarla birlikteliği seven biri. Raymond, Cecile ve babasının sevgilisi Elsa yaz tatili için birkaç haftallığına Paris'ten uzaklaşıp Riviera’ya giderken henüz nelerle karşılaşacaklarını bilmemektedir. Kader, hangimize önceden haber veriyor ki ?

Cecile, yazın, güneşin, denizin ve en önemlisi yaşının getirdiği o sorumsuz ruh halinin tadını çıkarırken karşısına Cyril çıkar. Onunla karşılaşana kadar Cecile için aşk sadece kaçamak buluşmalar ve bıkkınlıklardan oluşmakta iken tüm ezberi bozulmuştur.

Riviera’daki mutlu günler devam ederken yazlığa aile dostları olan Anne gelir. Anne, otoriter, akıllı, planlı ve gururlu bir kadındır. Basit eğlencelerden hoşlanmamakta ve hoşlanan insanları küçümsemektedir. Cecile ve babasının da hayatını düzene koyması gerektiğini düşünmektedir. Cecile’in sınıf tekrarlayacak olduğunu öğrendiğinde onun üzerinde de otorite kurmaya çalışır. Yaz tatilinin keyiflerini ve Cyril ile arkadaşlığını yasaklayarak sürekli ders çalışması için zorlar. Ancak bu davranışı ile sadece Cecile’in nefretini kazanır. Önceleri çocuksu bir küslükten ibaret olan bu nefret büyük bir çekişmeye dönüşür ve Cecile’in yaptığı bir planla hepsinin hayatı değişir.

Kitap, 1958 yılında ünlü yönetmen Otto Preminger tarafından filme uyarlanır. Cecile karakteri, Jean Seberg tarafından canlandırılır. Diğer ünlü oyuncuların yanında, büründüğü karakterin zorluğuna rağmen sırıtmayan, başarılı bir oyunculuk sergiler ve bu rolü ile Goddard’ın dikkatini çekerek A Bout De Souffle’da oynar ve akıllara kazınır. Film, uyarlamaların çoğunda olduğu gibi kitabın yoğunluğunu yansıtamamış olsa da hem oyuncuları hem de yönetmeni için izlenebilir. Ancak önce mutlaka kitabı okumalı.

Günaydın Hüzün, okuduktan sonra buruk bir tat bırakan, hiç aklınızda yokken, ansızın aklınıza düşen, içinizi acıtan, aslında kitaplarda, filmlerde defalarca gördüğümüz, okuduğumuz olaylardan ibaret ama yine de iz bırakan bir kitap.


AJANDA Aralık sayısı yazımdan alıntıdır.

19 Aralık 2010 Pazar

Micmacs à tire-larigot


Micmacs, bayılarak izlediğimiz Amelie'nin yönetmeni Jean-Pierre Jeunet'in 2009 yapımı filmi. Amelie'den aşina olduğumuz birçok oyuncu bu filmde de var. Yönetmen, masal anlatmayı çok seven bir bir çocuk taşıyor içinde, bu kesin. Belli ki hala ondan kopmamış. İyi ki kopmamış.

Micmacs, Bazil'in ve onun keyifli intikam planının hikayesi. Bazil, zamansız patlayan bir mayın nedeniyle babasız ve annesiz yetişen bir çocuktur. 30lu yaşlarında iken çalıştığı video dükkanında bir kaza kurşununun başına saplanması şansızlığını da sahip olur. Bu olaydan sonra hem işsiz hem de evsiz kalır. Sokaklarda yaşamaya başlar. Bir gün onun gibi evsiz kalmış bir grupla tanışır. Bu gruptaki herkes sokaklarda buldukları eşyaları tekrar çalışır hale getiren, hepsinin ayrı bir yetenek sahibi olduğu, hem sıcak hem de eğlenceli insanlardır. Bazil de bu insanlardan biri olur.

Bazil için hem babasız kalmanın hem de başında taşımak zorunda kaldığı kurşunun intikamını alma zamanı gelmiştir. Arkadaşlarının da yardımıyla planlar yapar ve uygulamaya başlarlar.

Hiçbir intikam bu kadar eğlenceli, keyifli ve anlamlı olmamıştır sanırım. Filmin konusu, oyuncuları, renkleri muhteşemdi. Şiddetle tavsiye ederim :=)

22 Kasım 2010 Pazartesi

Rüzgarın Gölgesi - Carlos Ruiz Zafon

 Daniel, annesini küçük yaşta kaybetmiş, mütevazi bir kitabevinin sahibi olan babası ile yaşayan bir çocuktur. Annesine dair tek anısı sadece onu kaybettiği gün aralıksız yağan yağmurdan ibarettir. Yüzünü dahi anımsayamamaktadır. 10 yaşında iken babası onu “Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı” ismi verilen kütüphane ile tanıştırır. Burayı ilk kez gören birinin yaşamakta olduğu ayrıcalık sayesinde bir kitap seçer. Bu kitap Julian Carax isimli yazarın “Rüzgarın Gölgesi” isimli kitabıdır. Daniel, kitabın ilk birkaç satırını okumak amacıyla kapağını açtığında aslında tüm hayatını yönlendirecek bir olaylar zincirini –farkında olmadan- başlatmış olur. Sabahın ilk ışıklarına kadar kitabı okumayı sürdürür. Kitap Daniel’i adeta büyülemiştir. Bu büyünün de etkisiyle yazarın hayatını araştırmaya karar verir. Ancak ilk aşamada yazarla ilgili ulaşabildiği tek bilgi yazarın başarısız bir yazarlık dönemi geçirdikten sonra ortadan kaybolduğu ve kitaplarının bir koleksiyoner tarafından tek tek bulunarak yakıldığı yönündedir. Daniel’in elindeki kitap yazara ait sağlam kalabilen tek kitaptır. Daniel araştırmaya devam ettikçe geçmişe ait birçok isim ve tesadüf karşısına çıkar. Kitabı araştırırken aynı zamanda hem kitabı hem de kendini koruma zorunluluğu ile karşı karşıya kalır. Çünkü geçmiş gizemlerle doludur ve bu gizemlerin açığa çıkması kimseyi memnun etmeyecektir. Daniel, ilk aşkının acısını yaşadığı günlerde tanıştığı bir sokak serserisi olan Fermin Romero de Torres’in de yardımıyla önce hikayeye ait parçaları bulur ve sonra tek tek yerleştirerek tüm hikayeyi ortaya çıkarır. Kitap hem Daniel’in hem de Julian Carax’ın ilk aşklarını, acılarını, dostluklarını, heyecanlarını, hayal kırıklıklarını anlatırken aynı zamanda ince detaylar ve tesadüflerle bu iki insanın yolunun kesişmesini de sağlıyor. Kurgu ve detaylar gerçekten çok başarılı. Daha fazla detay için kitabı okumanızı tavsiye ediyorum... Ancak Daniel’in kitapların gizemli dünyası ile ilk tanışmasını anlatan paragraf çok etkileyici olduğu için buradan paylaşmak istedim. "Burası gizemli bir yer Daniel, bir mabet. Burada gördüğün her kitabın, her cildin bir ruhu var. Onu yazanın, okuyanların, onunla yaşayıp onu düşleyenlerin ruhu. Bir kitap sürekli el değiştirir, birileri gözleriyle sayfalarını tarar, kitabın ruhu gelişir ve güçlenir. Uzun yıllar önce, babam beni buraya ilk kez getirdiğinde burası yine eski bir yerdi. Belki de şehrin kendisi kadar eski. Buranın ne kadar zamandır var olduğunu ve kim tarafından kurulduğunu kimse tam olarak bilmiyor. Bu yüzden sana babamın anlattıklarını anlatacağım. Bir kütüphane yok olduğu ya da bir kitabevi kapandığında unutulmaya terk edilen bir kitap olursa, burayı bilen bizler, yani buranın bekçileri o kitabın buraya getirilmesinden sorumluyuz. Zamanın içinde kaybolmuş, uzun süre kimselerin anımsamadığı kitaplar burada yeni bir okurun elleriyle buluşacağı günü bekleyerek sonsuza dek yaşar. Biz onları dükkanlarda alıp satsak da, gerçekte kitapların sahibi yoktur. Burada gördüğün her kitap bir zamanlar birilerinin en iyi dostuymuş. Şimdi yalnızca biz varız, Daniel. Böylesi bir sırrı saklayabileceğini düşünüyor musun ? Geleneğe göre, burayı ilk kez ziyaret eden kişinin istediği herhangi bir kitabı seçip sahiplenmesi, yok olmasına asla izin vermemesi gerekiyor; böylelikle o kitap her zaman yaşayacak. Bu çok önemli bir sorumluluk. Bir ömür boyu. Bugün sıra sende.” Rüzgarın Gölgesi, basıldığı ülke olan İspanya’da uzun süre liste başı olan ve İngiltere’de yabancı dilden çevrilen kitaplar arasında en çok satanlar içinde yer alan bir kitap. Ancak maalesef ülkemizde pek duyulmamış ve yalnızca 3 basım yapabilmiş durumda. Ülkemize Altın Kitaplar tarafından yayınlanan kapak tasarımı çok başarılı. Hatta kitabın içerisinde kapak resminin olduğu bir kitap ayracı çıkınca çok mutlu oldum. Yanılmıyorsam İspanya’da çıkan tasarımı ile aynı. Ancak google ile yaptığım görsel araştırmasında bulduğum kapaklar da çok hoşuma gittiği için sizinle paylaşıyorum. Kitabın içeriğine çok uygun tasarımlar olmuş. 

21 Kasım 2010 Pazar

Doğu Ekspresinde Cinayet - Agatha Christie

Suriye'de bir davayı çözen Poirot, Londra'ya dönmeden önce birkaç gün İstanbul'da dinlenmek ister. Ancak İstanbul'a geldiği gün otelde aldığı bir telgraf nedeniyle acilen dönmek zorunda kalır ve İstanbul'dan Londra'ya gidecek olan Doğu Ekspresinde yerini alır. Kış olmasına rağmen trenin yataklı birinci sınıf vagonu tamamen doludur ve bu durum dedektifin dikkatini çeker. Yolculuk başladığında Suriye'den dönerken trende gördüğü birkaç kişinin de Doğu Ekspresinde olduğunu görür. Ayrıca trende neredeyse her millletten yolcu olduğunu da fark eder. Yolculuğun ikinci gecesinde tren Yugoslavya yakınlarında şiddetli kar yağışı nedeniyle durmak zorunda kalır. Ertesi sabah ise yolculardan birinin ortalıkta olmadığı görülür ve kısa süre sonra yolcunun bir cinayete kurban gittiği anlaşılır. Yolcu, bir gün önce Poirot'tan kendisini korumasını isteyen ve düşmanları tarafından tehdit edildiğini söyleyen Ratchett'tir. Hercule Poirot, tüm yolcularla tek tek konuşur. Pasaportları, ipuçlarını özenle inceler ve finalde olay için iki farklı senaryo oluşturur. Senaryoları açıklarken yolcuların yüzüne bakmak aslında hangi senaryonun doğru olduğunu anlamak için yeterli olacaktır. Kitabın aynı isimle yapılmış uyarlaması da genel olarak bakıldığında başarılı. Neredeyse tek mekan kullanılan bir film olmasına rağmen konu itibariyle sıkılmadan, heyecanla izlenebilecek bir film. Yönetmenliğini 12 Angry Men ve Dog Day Afternoon filmlerinden de tanıdığımız Sidney Lumet yapmış. Başrollerde ise Albert Finney, Ingrid Bergman, Lauren Bacall, Anthony Perkins ve Sean Connery gibi ünlü oyuncular yer almakta. Hatta çok kısa da olsa tüm babacanlığı ile Nubar Terziyan da görünmekte. Ancak detayları incelediğimizde eksik ya da yanlış noktalar bulmak mümkün. Özellikle gar sahnesinde İstanbul’dan ziyade herhangi bir Arap ülkesindeymiş hissine kapılmamak zor. Satıcıların yolculara neredeyse yapıştığı sahneler sabrınızı zorlayabilir. Her kitaptan uyarlanan filmde olduğu gibi bu filmde de kitaba bağlı kalınmayan ya da atlanılan noktalar mevcut. Bunun yanı sıra karakterleri kitap okurken gözünüzde canlandırdığınız ciddiyette göremeyebilirsiniz. Kitaba oranla daha karikatürize gibi görünüyorlar. Ancak bu detaylar filmi izlemeye engel olacak türde olumsuzluklar değil. Başarılı bir polisiye romanının 1970’li yıllardaki yorumunu görmek bile izlemek için yeterli bir sebeptir bence. 

Once

Gündüzleri babasına yardım etmek için kendilerine ait dükkanda elektrikli süpürge tamir edip akşamları ise sadece kendisi için çarşıda gitar çalıp şarkı söyleyen bir adamla, geçmiş yaşantısını ve evliliğini arkasında bırakmak için Dublin'e gelmiş, piyano çalmayı seven, çiçek satan bir kızın yollarını kesiştiren samimi bir öykü. Erkek gitar çalarken kız şarkıyı dinlemeye başlar ve tanışırlar. Film boyunca bu ikilinin dostluklarını, sevgilerini, kararsızlıklarını, gündelik yaşantılarını izleriz. Ancak fonda hep bir şarkı vardır. Sanki hiç bitmeyen bir klip izliyor gibi hissederiz. Bildiğiniz tüm romantik film klişelerini kenara bırakın, bu film hepimizin hayatından bir bölüm gibi. Çok gerçek ve samimi. Ayrıca film müzikleri harika. ( bkz: falling slowly ve if you want me ) 

29 Ağustos 2010 Pazar

Günün Notları




- Daktilom olsun istiyorum. Siyah olsun istiyorum, sağlam olsun ama çok yeni olmasın. Gıcır gıcır parlamasındansa yaşanmış bir eskilik olsun istiyorum. Hatta A harfi silinmiş olsun ama ben onun orada olduğunu bileyim istiyorum. Fotoğraftakine benzer bir şey olsun istiyorum. 

- Carlos Ruiz Zafon'un kitabı "Rüzgarın Gölgesi"ni okuyorum. Etkileyici bir kitap. 

- Tiyatro eleştirmeni olmak istiyorum. Tüm işim oyun izleyip yorumlamak olsun. Mesai saatlerim istediği kadar esnek olabilir, fark etmez.

- Sonbahar gelsin, hava soğusun ve sürekli yağmur yağsın istiyorum.

- Bir sevgilim olsun istiyorum. Hayattan zevk almasını bilen, tiyatro seven, kitap okuyan, her konuda söyleyecek bir şeyleri olan, istiklal caddesini seven, üşenmeyen, gezmeyi çok seven ama en çok gezinin sonunda eve dönüşleri seven, Tom Waits dinleyen, en sevdiğim rengin kırmızı, en sevdiğim aksesuarın küpe, en sevdiğim çiçeğin papatya olduğunu bilen zorlama günlerde kırmızı gül göndermeyen, sabahları "günaydın" demek için aradığımda sabahın köründe ne arıyorsun demeyen ama aramayınca da trip yapmayan, her sıkıntımı paylaşabileceğim her sıkıntısını benimle paylaşan, yalan söylemek zorunda hissettirmeyen ve hissetmeyen, klasik filmleri seven, karikatüre bayılan, gündemi takip eden, Türkçe'yi düzgün kullanan, iyi gün kadar kötü günde de yanımda olabilecek aynı zamanda kötü gününde önce beni yanında isteyecek olan, siyahla beyazı ayırt edebilen, karşıt görüşlere de saygı duyabilen, maçı stadda izlemeyi seven, konser düşkünü, yeri geldiğinde rakı da içebilen, sohbeti hoş, hediye almayı ve vermeyi görev saymayan, beni kırmayıp tango öğrenmek için benimle birlikte çabalayabilecek, yeri geldiğinde küfretmesini bile bilen ama genelde saygılı ve terbiyeli, limon kolonyasına burun kıvırmayan, şiir sevmese bile Orhan Veli şiirlerini bilen birini istiyorum. Elini vicdanına koy ve söyle, çok şey mi istiyorum :)

- Spor Toto oynamak ve 15 maçın sonucunu bilmek istiyorum.

- Evet bunların hepsini istiyorum.

20 Temmuz 2010 Salı

Toy Story 3

Pazar günü öğleden sonra aniden karar verdim izlemeye. Serinin ilk 2 filmini izleyip bayılanlardan olduğum için bunu da izlememek olmazdı. Gerçi pixar ne yapsa izlenir bu da ayrı bir konu. Filme gelince, yine muhteşemdi. Andy'nin üniversiteye gidecek olması nedeniyle odasını ve eşyalarını toplamaya başlaması, sevimli oyuncaklarımızın başına bir sürü iş açıyor. Andy, Woody'i yanında götürmeye, Buzz Lightyear, Jessie ve diğerlerini tavan arasında bırakmaya karar verir. Ancak bir karışıklık sonucu oyuncaklar kendilerini bir çocuk yuvasında bulur. Sonrasında ise buradan kaçmak ve Andy evden ayrılmadan ona ulaşmak için çabalarlar. Kesinlikle sinemada izleyin derim. 3d olmasa da olur. Türkçe seslendirme de fena değildi. Medyada bol bol reklamı yapılsa da Beren-Kıvanç ikilisinin seslendirmede yer alması çok rahatsız etmiyor çünkü rolleri çok uzun değil. Ayrıca seslendirdikleri karakterlere sesleri uyumlu.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

"7" Şekspir Müzikali

Shakespesare'in oyunlarından derlenmiş bir müzikal. Okuduğum kadarıyla çeviriler Haluk Bilginer'e ait. Oyun, erkeğin hayatına ait 7 dönemin anlatıldığı, eğlence ve dramın iç içe olduğu, muhteşem bir orkestra ve eğlenceli dört soykarı ile -kendisine şahsen bayıldığım- Haluk Bilginer'in muhteşem performanslarının yer aldığı, mutlaka izlenesi bir oyun. Her tiyatro izleyicisinin Haluk Bilginer'i sahnede görmesi gerektiğine inanıyorum. Benim için -maalesef- bir ilkti. "Bugune kadar neler kaçırdım kimbilir" diye düşünmemek elde değil. Ayrıca oyunda performanslarına hayran kaldığım soykarılar ; Evrim Alasya, Selen Öztürk, Zeynep Alkaya ve Tuğçe Karaoğlan gerçekten çok başarılıydı. (Ayrıca çok şanslı olduklarını düşünüyor ve sanırım kıskanıyorum. Haluk Bilginer gibi bir oyuncu ile hem de bu kadar başarılı bir oyunda yer almak kıskanılası gerçekten. Gerçi bunu fazlasıyla hakediyorlar o ayrı tabi.) Orkestra, müzikal başarının yanı sıra oyuna olan eğlenceli katkılarından dolayı da alkışı fazlasıyla haketti :) Ek olarak, oyunda kullanılan aksesuarlar da çok iyiydi. "Bütün dünya bir sahnedir ve kadın erkek herkes birer oyuncu..." 

27 Nisan 2010 Salı

Profesyonel

İki kitabı yayımlanmış Teodor Teya ile yıllarca onu izlemiş bir gizli polisin hikayesi. Teya, 40. yaş gününde yayın evindeki odasında günlük sorunları ile boğuşurken sekreteri içeri girerek bir adamın onu görmek istediğini söyler. Gelen adam, görevi yıllarca onu izlemek olan ancak artık emekliye ayrılmış polis Luka Laban'dır. Elinde büyük bir bavul ve evrak çantası vardır. Hikayenin devamını öğrenebilmek için ise mutlaka oyunu izlemenizi tavsiye ederim. Oyundaki küçük detaylar, iki muhteşem oyuncu, hikaye, final, parantez araları yani kısacası her şey mükemmeldi. Daha şimdiden önümüzdeki sezon gelse de yeniden izlesem diye düşünüyorum.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Coriolanus


Shakespeare'in komutan Caius Marcius Coriolanus'u anlattığı ünlü tragedyasından uyarlanan bir oyun.

Caius Marcius, savaşta karşısına çıkan herkesi yenebilen, konsül olmak isteyen, kibirli, halkı aşağılayan, ancak halktan oy istemekte zorlanacak ve onlara savaş yaralarını gösteremeyecek kadar da gururlu bir kahramandır. Ayrıca Volsiyalılar ile yapılan savaşta gösterdiği başarı nedeniyle Coriolanus ünvanını alır. Bu başarısı sonrasında konsül olabilmek için halktan onay alır. Ancak Roma halkı kendilerini kışkırtan iki halk temsilcisine uyarak oylarından vazgeçer. Bu anlaşmazlığın sonucunda Coriolanus kentten kovulur.

Coriolanus, düşman kent Volsiya'ya gider ve birkaç kez karşı karşıya gelip yendiği komutan Aufidius'un karşısına çıkar. Aufidius, savaş meydanında aldığı yenilginin intikamı için sabreder ve Roma'yı alabilmek için Coriolanus'un yardımını kabul eder. Coriolanus'un düşman Aufidius ve ordusu ile Roma'ya yürüdüğünü haber alan Roma halkı ve konsülleri telaşa kapılır. Coriolanus'un babası gibi sevdiği Menenius'u elçi olarak ona gönderir. Ancak Coriolanus beklenmedik bir tepki ile misafirini kovar. Coriolanus, Roma halkına olan öfkesi nedeniyle tüm sevdiklerini geride bırakır ancak karısı, annesi ve oğlu geldiğinde artık dayanamaz ve barış için elinden geleni yapar. Artık Aufidius için intikam zamanıdır.

Bence başarılı bir oyundu. Hüseyin Köroğlu bu tür rollere inanılmaz yakışıyor. Kendisini her daim sahnede görebilmek dileğiyle :) Bir de oyundan çıktıktan sonra "ben bu halkı bir yerden tanıyorum" diye düşünüyorsunuz. Çok tanıdık geliyor...

"Roma'yı Romalılar yıkacak!.."

* * *

7 Nisan 2010 Çarşamba

Basit Bir Ev Kazası

Oyun, Songül isimli 15 yıllık evli bir kadının, hayata dair hayallerini, yaşadıklarını ya da yaşayamadıklarını anlatıyor. 15 yıldır hiç değişmeyen sakin kocasının kendisini aldatmasını ve buna doya doya ağlamayı isteyecek kadar da çaresiz bir kadın. Songül'ün hikayesi çok tanıdık. Neredeyse her gün karşılaştığımız türden bir hikaye. Ve Günay Karacaoğlu bu karakteri öyle güzel canlandırmış ki izlememek büyük haksızlık olur. Kendisine Yeditepe İstanbul'dan beri sempatimiz vardır. Ancak bu oyunla artık aileden biri gibi hissediyoruz :) 

Bayrak

İzlediğim oyunlar içerisinde beni en çok etkileyenlerden biri. Mükemmel bir kurgusu var kesinlikle ters köşeye yatırıyor. Aynı zamanda çok başarılı ve inandırıcı oyunculuklar var. İzlerken tiyatroda olduğunuzu unutuyorsunuz. Konusunu anlatmak imkansız, izlemek gerek.

*** Canan Ergüder ile Ali Atay'ın kavga ettiği sahne ve sonrasındaki oyunculuk başarısını tarif etmek imkansız. Okan Yalabık ise yine çok başarılıydı. Kendisini Cumartesi günü "39 basamak"ta dün ise "Bayrak"ta izledim. İki oyunun konusu ne kadar farklıysa Okan o kadar başarılıydı. Birinde binbir çeşit komik halde iken diğerinde dışarıdan bakıldığında gayet sakin görünen birinin neler yapabileceğini gösteren o gerilimli havayı inanılmaz derecede gerçekçi yansıtmıştı.***

- ben ? ben yok muyum romanda ?

4 Nisan 2010 Pazar

39 Basamak

Richard Hannay, yaşadığı can sıkıntısından az da olsa kurtulabilmek umuduyla tiyatroya gider. Burada tanıştığı Anabella isimli kadının bir gizli ajan olduğunu ve çok gizli bir görev için İskoçya'ya ulaşması gerektiğini öğrenir. Ancak kadının peşinde olan iki adam buna izin vermeyecektir. Böylelikle kahramanımız Richard istemeden de olsa kendisini 39 basamak isimli gizli görevin içinde bulur. Ve kovalamaca başlar! Çok hareketli ve keyifli bir oyun. Gerilimin komedi ile birleştirilmesinde komedi baskın çıkmış ve çok başarılı olmuş. Daha oyunun başlarında yer alan "meşhur londra sokak lambaları" altındaki iki adam halleriyle ne kadar keyifli bir oyun izleyeceğimizin sinyalini verdiler :) Sonrasında dekorların sahneye gelişi, yer değiştirmesi, Hitchcock ustaya yapılan saygı duruşu, filmlerine yapılan göndermeler, Richard ve Pamela'nın kaçış sahnesinde karşısına çıkan doğal engeller :) ve finalde kar yağışı sahnesi. Hepsi gerçekten çok başarılı ve keyifliydi. Oyuncuların enerjisine ve sahnede aldıkları keyfe özenmemek elde değildi. 

Testosteron

Şarkıcı gelin ve ünlü biyolog damadın nikahı esnasında en önemli an gelmiştir. Damat "Evet" der ancak gelin " hayır, gönlüm başkasında" diyerek aslında olayla hiç ilgisi olmayan, orada görev amacıyla bulunan bir gazeteciyi gösterir. Tabii biz bu detayları aslında nikah sonrası eğlenmek için kapatılan ancak şimdi farklı bir amaçla bir araya gelinen barda erkeklerin kapışması esnasında öğreniriz. Öncelikle Tarantino'nun kült film mertebesine ulaşan filmlerinden Rezervuar Köpekleri'nin bir sahnesini izlemeye başlıyoruz. Aniden bir kargaşa başlıyor ve içeri kavga eden birkaç erkek yani beklenen düğün kafilesi giriyor :) Ve oyun bundan sonra başlıyor... Oyun eğlenceli, konu hepimizin dertli olduğu bir konu, oyunculuklar başarılı (Hepsi çok çok iyiydi ama Onur Ünsal daha bir dikkat çekiciydi sanırım.) yani aradığınız her şeyi fazlasıyla bulabileceğiniz keyifli bir oyun.

11 Mart 2010 Perşembe

Everybody's Fine

Bir babanin (Frank) haftasonu çocuklarıyla bir araya gelmesine ilişkin planın aksaması ve bu aksaklık sonrası Frank'in yola çıkıp çocuklarına tek tek sürpriz yapmasını anlatan güzel bir yol ve aile filmi. Robert De Niro her zaman olduğu gibi mükemmel.  

18 Şubat 2010 Perşembe

Bir Delinin Hatıra Defteri - Gogol

"Bir delinin değil, deliren bir adamın hikayesi"
Çok önceleri okumak istediğim ancak bulamadığım için unuttuğum bir kitaptı " Bir Delinin Hatıra Defteri". Baktım kitaba ulaşamıyorum bari dedim oyunu izleyeyim. Devlet Tiyatrolarının turne kapsamında İstanbul'a gelen oyununu birkaç ay önce izledim. 70 dakikalık süre oyun olmaktan çıkmış ve tüm izleyicileri önce "devlet dairesi ve genel müdürün evinde" sonra "akıl hastanesinde" Poprişçin'in dostu haline getirmişti. Tabii metnin etkisinin yanında - bir deliyi oynayan değil- sanki az önce akıl hastanesinden kaçmış olan gerçek bir deli vardı sahnenin ortasında. Sahneyi kullanışı, karaktere bürünüşü inanılmaz derecede gerçek, içten ve bir o kadar da görülmeye değerdi.
Çok sonraları kitabı hiç ummadığım bir yerde bulabildim. Kitap, Aksentin Ivanoviç Poprişçin isimli, devlet dairesinde çalışan sıradan bir memuru anlatmakta. Zamanla genel müdürünün kızına aşık oluyor. Ancak bu güzel kızın bir soylu ile evleneceğini öğrenip, dış etkenlerin de etkisiyle bir delirme süreci başlıyor. Bu süreçte kendini İspanya Kralı olarak bir akıl hastanesinde buluyor.
Hem oyunun hem kitabın sonunda gözleri dolu dolu olan biri olarak ( hala okumadıysanız ) okumanızı ve ( hala izlemediyseniz ) izlemenizi tavsiye ederim.

14 Şubat 2010 Pazar

İntiharın Genel Provası

Borca batmış, her şeyini kaybetmiş, sağlıklı bir adam intihar için Tuna Nehri Köprüsü'nü seçer. Tam intihar edeceği anda bir balıkçı onu vazgeçirmeye çalışır çünkü adam intihar ederse balıkçının ağına takılacak ve geçim kaynağını yok edecek, çocuklarını aç bırakacaktır. Ardından adamın sevgilisi gelir ve intihar ederse kendisinin geleceğinin ne olacağını, kiminle evleneceğini sorar. Adamın sevgilisinin ardından ise 200 Norveç'li turist taşıyan geminin kaptanı gelir ve adam intihar ederse 200 Norveç'li turiste zarar geleceğini ve uluslararası bir skandal olacağını söyler. Yani adamın intihar etmemesi için adam dışında herkesin kendince sebepleri vardır. Adam, bir mimardır. Bunu öğrenen kaptan, iş adamı olan abisinden adam için bir iş ayarlar. İş görüşmesi esnasında iş adamının psikolog kardeşi adamı test eder ve işe alımını uygun görür. Böylelikle adamın intihar etmemesine pişman olacağı süreç başlar. Oyun özellikle yarısından sonra hareketleniyor ve özellikle finaliyle keyiflendiriyor. Finali anlatmak izlemeyenlere büyük haksızlık olacağı için susuyorum :)) Oyuncuların tek tek ve ekip olarak performansları muhteşem. Özellikle Serhat Mustafa Kılıç 4 farklı karaktere (hatta 5 diyebiliriz:)) bürünerek performansı ile şaşırtıyor. Oyunun tanıtımında yer alan "Kurt, neden ot yemez ? " sorusuna ise finalde tokat gibi bir cevap geliyor ! Tavsiyemdir.
Not: Bu arada oyunun afişine bayıldım. Keşke bir yerlerden edinme imkanı olsaydı.

Kafes

Kişilerin ikiyüzlülüğü, cahilliği ve buna bağlı olarak kirlenen dünyadan kendini soyutlamak amacıyla bir kafese kapatan ve Çehov eserlerini okuyup onun gözünden hayatı ve insanı anlamaya çalışan, neredeyse tüm eserlerinin sayfa hatta satırlarını ezbere bilen genç Christiano'nun öyküsü... Christiano, annesinin tüm ısrarlarına, kardeşinin ondan utanmasına ve abisinin (Pietro) kışkırtmalarına rağmen kafesinden çıkmaz...Ta ki yengesi "Chiara"nın ona ilgi göstermesi ve aralarında duygusal bir ilişki başlayıncaya kadar... Bu sürece kadar kafesinden çıkması için ona yalvaran annesi durumu farkettiğinde Christiano'nun kafesten çıkmaması için anahtarı saklar... Devamı derin spoiler barındırdığı için burada kesiyorum :)) Oyun, özellikle finali ile tabir yerindeyse tüyleri diken diken etmekte. Oyuncular ise mükemmel. Mert Turak için söylenecek söz yok. Hikmet Körmükçü, az sözle mimiklerini, ifadesini birleştirip çok şey anlatıyor. Pietro rolunde Caner Candarlı çok iyiydi. Özellikle ara ve finalde yer alan "Angel" için ise saygılarımı sunuyorum :) 

31 Ocak 2010 Pazar

Vahşet Tanrısı

Oyuncular : Ülkü Duru, Zafer Algöz, Zerrin Tekindor, İşdar Gökseven Çocukları kavga etmiş iki aile "uzlaşma" amacıyla bir araya gelir. Başlarda gayet uzlaşımcı olan çiftler konuşma ilerledikçe bazen kendi içlerinde bazen de birbirlerine karşı saldırganlaşırlar. İlk bakışta komedi gibi görünse de aslında özünde dramatik bir oyun. İnsanların evlilik ile ilgili görüşlerinin yaşamları ile çelişmesi, çocuk büyütmenin zorluğu, sahte yüzler ve kimliklerle olduğundan farklı görünme çabaları, sözde medeni ve uzlaşımcı olmaları vs... Oyunculuklara gelince bence hepsi mükemmel. Ancak özellikle Zerrin Tekindor ve Ülkü Duru erkek oyuncuları gölgede bıraktı diyebilirim :) Zerrin Tekindor'u ilk kez sahnede izledim ve umarım bundan sonra hep sahnede görebiliriz. Kesinlikle çok hareketli ve bir kez izlemenin yetmeyeceği bir oyun, tavsiye ederim :))

Maskeliler



Maskeliler, geçen sezondan bu yana tam 3 kez bilet alıp gidemediğim ve 4. bilette izleme fırsatı bulduğum bir oyun oldu :) Oyun, Filistin'li 3 kardeşin kendileri ve birbirleri ile hesaplaşmasını anlatmakta. Oyunculuklar gerçekten çok çok iyiydi. Tavsiye ederim.